Cuma, Ekim 22, 2010
Perşembe, Temmuz 29, 2010
İşte Bu Yüzden, Sırf Bu Yüzden İşte
Aklımda o kadar çok şey var ki yazmak istediğim artık konular ve düşünceler arapsaçı oldu beynimde.
Bir şeyden bahsederken bambaşka konuların aklıma gelmesinden çok sıkılıyorum bazen, hem kim bilir daha düz ve daha yüzeysel düşünsem daha mutlu bir insan olurum belki? Belki de maymun iştahı denilen şeydir ya da ayran gönüllülük kendimi anlamaya çalışırken bile kararsız kalmak çok şey anlatıyor aslında.
Hayatın çok ama çok adaletsiz olduğunu her gün iliklerime kadar hissetmek zorunda mıyım ben? Ya da daha net sorarsam neden sadece iyi olmak yetmez ki? Ne bileyim ben metroda yer veren/yol veren insanların azınlıkta değil çoğunlukta hatta
iktidarda olduğu bir ülkede neden yaşayamıyorum mesela? Elin adamı 20-30 euroya kıtanın diğer ucuna uçarken ben ülkemden çıkmak için harç veya çeşitli gerzek vergileri neden ödemek zorunda kalıyorum? Yurtdışı muhabbeti biraz taze bir muhabbet o yüzden örnekler o konudan geliyor sanırım aklıma. 23 yaşındayım,ama hala pasaportum yok - aslında bunu bile mesela bir Alman'a falan sölesem bir tarafıyla güler bana herhalde- sorun gülmesi değil tabi ki sorun olmayan pasaportumun çıkmasının bile 1000 lirayı bulma ihtimali aslında. Mükemmel seçimlerle genişleyen vizesiz ziyaret edebileceğimiz ülkeler havuzundaki bilmemne cumhuriyetine bile gitsem cebimden 2 asgari ücrete yakın bir para çıkacak bunun kadar saçma bir şey olabilir mi yahu?
Çok merak ediyorum, ölene dek New York'u, batmadan Venedik'i, ellerim titremeye başlamadan Porto şarabını yerinde içmeyi, Vatikan'ı görmeyi, Barcelona'da tapas, paella ve benzeri lezzetleri tadabilmeyi ya da bunların hepsini boşverin trenle Antep'e, Urfa'ya, Maraş'a, Ağrı'ya, Kars'a veya Trabzon'a gitmeyi başarabilecek miyim acaba?
Geçen gün çok ilginç bir şey öğrendim mesela; Gaziantep'e giden bir tren seferimiz yok imiş 1,5 yıldır, 20-22 aydır Pamukkale ekspresi de çalışmıyor yanlış bilmiyorsam geçen zamanı, olamayan Pamukkale seferlerinden ötürü Isparta'ya da trenle gidemiyorsunuz. Peki çalışan trenler nasıl diyecek olursanız. Boş vaktiniz varsa ki şaka yapmıyorum vaktinizin ya da gününüzün hakikaten boş olması lazım, Adapazarı- Haydarpaşa ekspresine beklerim sizi bir gün. En son geldiğimde 3 saatte geldim. Pardon da ben mi yanlış biliyorum, merak etmiyor değilim. Tren arkadaşım bu adı üstünde dümdüz raylarda zerre trafik olmayan konforlu olması gereken ve güvenli olması gereken bir araç değil midir normal şartlarda, adam gibi olan ülkelerde ya da her şeyin olması gibi gerektiği kadar olmasa da insanca olduğu ülkelerde?! Ya da bana filmlerde anlatılan tren hikayeleri hep mi masallardan ibaretti? Ben her trene binişimde - ki Adapazarı ekspresinden başka trene binemedim malesef o da ayrı bir konu olsun - yaz ise pişmek kış ise -bilin bakalım- yine pişmek zorunda mıyım? Ya kusura bakmayın ama yıl 2010 oldu arkadaşlar nano boyutta heykel yapıyor bazı insan evlatları öyle kumaşlar yapıyorlar ki kumaşın bir tarafı 2000 derece iken diğer tarafını çıplak elle tutabiliyorsunuz. Tren koltuklarında insanın vücut sıcaklığını katlamaktan başka bir boka yaramayan kadife denen lanet kumaşa hala neden tahammül ediyoruz biz? Ya da her şey tamam kadife mükemmel(!) yahu 1980lerde üretilen Mercedes arabalarda bile ilkel de olsa klima tesisatı vardı, neden hala trenin hızından -saatte maksimum 70 Km- dolayı hızlı gelen havayla serinlemeye çalışıyorum ben trende seyahat ederken? Misal normalde kompartımanlar güzeldir di mi? 4, 6 ya da 8 kişi rahat rahat oturup seyahat etmeniz için tasarlanmış kısımlardır maksat yabancıların gelmemesidir, maksat "bizbize" olmaktır ama yok o bile mümkün değil
ülkemde, yalnız binme hatasına düştüm 2 kere kompartımana ilkinde İzmit'te binen temmuzun sıcağında duş nedir bilmeyen öküzler tarafından istifra etmekten zor kurtulduğum bir yere dönüştü 6 kişilik kompartıman, ikincisinde ise Söğütlüçeşme'ye yaklaştıkça artan biletsiz ve şuursuz apaçiler tarafından bariz bir şekilde göz hapsine alındığım için normal kısma geçmek zorunda kaldım. Sizi bilmem ama ben Nişantaşı'nda oturmuyorum, Bayrampaşa'da basket oynamaya çalışırken tinercilerin ya da sokak serserilerinin ne demek olduğunu uygulamalı olarak bizzat öğrenmiş biriyim. Kaybedeceği hiç bir şeyi olmayan bir insan müsveddesinden korkarım ben bu kadar basit, çünkü onun aksine benim bir ailem ve sahip olduğum, kıymetini bildiğim güzellikler var. Bizim ülkemizde boş boş manzaraya bakan hem yollarla hem de internetle ilgilenen insanlar var ya?! Treni kaldırmaktan falan söz etmişlerdi bir ara. İşte böyle zamanlarda hayatımın resmen Truman Show'a dönüştüğünü hissediyorum. Biliyorum ki en fazla 6-7 yıl içinde bizim ülkemizde tren denen şey kaldırılcak ve insanlar otobüslerin minibüslerin ve kamyon kasalarının insafına bırakılacak.
Eğer Ocak ayında hayal ettiğim seyahati yapabilirsem size bu sayfalarda Roma ya da Barcelona trenlerini anlatmak istiyorum. Çünkü boş manzaralara "bakan"lardan ziyade ben tren pencerelerinden bakmayı çok seviyorum.
Sevgilerle...
Bir şeyden bahsederken bambaşka konuların aklıma gelmesinden çok sıkılıyorum bazen, hem kim bilir daha düz ve daha yüzeysel düşünsem daha mutlu bir insan olurum belki? Belki de maymun iştahı denilen şeydir ya da ayran gönüllülük kendimi anlamaya çalışırken bile kararsız kalmak çok şey anlatıyor aslında.
Hayatın çok ama çok adaletsiz olduğunu her gün iliklerime kadar hissetmek zorunda mıyım ben? Ya da daha net sorarsam neden sadece iyi olmak yetmez ki? Ne bileyim ben metroda yer veren/yol veren insanların azınlıkta değil çoğunlukta hatta
iktidarda olduğu bir ülkede neden yaşayamıyorum mesela? Elin adamı 20-30 euroya kıtanın diğer ucuna uçarken ben ülkemden çıkmak için harç veya çeşitli gerzek vergileri neden ödemek zorunda kalıyorum? Yurtdışı muhabbeti biraz taze bir muhabbet o yüzden örnekler o konudan geliyor sanırım aklıma. 23 yaşındayım,ama hala pasaportum yok - aslında bunu bile mesela bir Alman'a falan sölesem bir tarafıyla güler bana herhalde- sorun gülmesi değil tabi ki sorun olmayan pasaportumun çıkmasının bile 1000 lirayı bulma ihtimali aslında. Mükemmel seçimlerle genişleyen vizesiz ziyaret edebileceğimiz ülkeler havuzundaki bilmemne cumhuriyetine bile gitsem cebimden 2 asgari ücrete yakın bir para çıkacak bunun kadar saçma bir şey olabilir mi yahu?
Çok merak ediyorum, ölene dek New York'u, batmadan Venedik'i, ellerim titremeye başlamadan Porto şarabını yerinde içmeyi, Vatikan'ı görmeyi, Barcelona'da tapas, paella ve benzeri lezzetleri tadabilmeyi ya da bunların hepsini boşverin trenle Antep'e, Urfa'ya, Maraş'a, Ağrı'ya, Kars'a veya Trabzon'a gitmeyi başarabilecek miyim acaba?
Geçen gün çok ilginç bir şey öğrendim mesela; Gaziantep'e giden bir tren seferimiz yok imiş 1,5 yıldır, 20-22 aydır Pamukkale ekspresi de çalışmıyor yanlış bilmiyorsam geçen zamanı, olamayan Pamukkale seferlerinden ötürü Isparta'ya da trenle gidemiyorsunuz. Peki çalışan trenler nasıl diyecek olursanız. Boş vaktiniz varsa ki şaka yapmıyorum vaktinizin ya da gününüzün hakikaten boş olması lazım, Adapazarı- Haydarpaşa ekspresine beklerim sizi bir gün. En son geldiğimde 3 saatte geldim. Pardon da ben mi yanlış biliyorum, merak etmiyor değilim. Tren arkadaşım bu adı üstünde dümdüz raylarda zerre trafik olmayan konforlu olması gereken ve güvenli olması gereken bir araç değil midir normal şartlarda, adam gibi olan ülkelerde ya da her şeyin olması gibi gerektiği kadar olmasa da insanca olduğu ülkelerde?! Ya da bana filmlerde anlatılan tren hikayeleri hep mi masallardan ibaretti? Ben her trene binişimde - ki Adapazarı ekspresinden başka trene binemedim malesef o da ayrı bir konu olsun - yaz ise pişmek kış ise -bilin bakalım- yine pişmek zorunda mıyım? Ya kusura bakmayın ama yıl 2010 oldu arkadaşlar nano boyutta heykel yapıyor bazı insan evlatları öyle kumaşlar yapıyorlar ki kumaşın bir tarafı 2000 derece iken diğer tarafını çıplak elle tutabiliyorsunuz. Tren koltuklarında insanın vücut sıcaklığını katlamaktan başka bir boka yaramayan kadife denen lanet kumaşa hala neden tahammül ediyoruz biz? Ya da her şey tamam kadife mükemmel(!) yahu 1980lerde üretilen Mercedes arabalarda bile ilkel de olsa klima tesisatı vardı, neden hala trenin hızından -saatte maksimum 70 Km- dolayı hızlı gelen havayla serinlemeye çalışıyorum ben trende seyahat ederken? Misal normalde kompartımanlar güzeldir di mi? 4, 6 ya da 8 kişi rahat rahat oturup seyahat etmeniz için tasarlanmış kısımlardır maksat yabancıların gelmemesidir, maksat "bizbize" olmaktır ama yok o bile mümkün değil
ülkemde, yalnız binme hatasına düştüm 2 kere kompartımana ilkinde İzmit'te binen temmuzun sıcağında duş nedir bilmeyen öküzler tarafından istifra etmekten zor kurtulduğum bir yere dönüştü 6 kişilik kompartıman, ikincisinde ise Söğütlüçeşme'ye yaklaştıkça artan biletsiz ve şuursuz apaçiler tarafından bariz bir şekilde göz hapsine alındığım için normal kısma geçmek zorunda kaldım. Sizi bilmem ama ben Nişantaşı'nda oturmuyorum, Bayrampaşa'da basket oynamaya çalışırken tinercilerin ya da sokak serserilerinin ne demek olduğunu uygulamalı olarak bizzat öğrenmiş biriyim. Kaybedeceği hiç bir şeyi olmayan bir insan müsveddesinden korkarım ben bu kadar basit, çünkü onun aksine benim bir ailem ve sahip olduğum, kıymetini bildiğim güzellikler var. Bizim ülkemizde boş boş manzaraya bakan hem yollarla hem de internetle ilgilenen insanlar var ya?! Treni kaldırmaktan falan söz etmişlerdi bir ara. İşte böyle zamanlarda hayatımın resmen Truman Show'a dönüştüğünü hissediyorum. Biliyorum ki en fazla 6-7 yıl içinde bizim ülkemizde tren denen şey kaldırılcak ve insanlar otobüslerin minibüslerin ve kamyon kasalarının insafına bırakılacak.
Eğer Ocak ayında hayal ettiğim seyahati yapabilirsem size bu sayfalarda Roma ya da Barcelona trenlerini anlatmak istiyorum. Çünkü boş manzaralara "bakan"lardan ziyade ben tren pencerelerinden bakmayı çok seviyorum.
Sevgilerle...
Perşembe, Temmuz 08, 2010
Risk + İmkan = Tecrübe
Risk + İmkan = Tecrübe
Bilgisayardaki dosyaları klasörleriz ya hani resim, müzik ve film falan diye, işte aynen öyle hayatımızdaki anları da klasörlüyoruz aslında farkında bile olmadan. Trende giderken kafamızı camdan dışarı uzatıp rüzgarı yüzümüzün her yerinde hissederiz ya hani hele de hafif bir akşamüstü güneşi varsa kısılır gözlerimiz kendiliğinden. Nereye koyarız mesela bu an’ı ? İnsan herhangi bir andan aldığı hazzı neye göre sınıflandırır neyle karşılaştırarak karar verir? Tecrübe’dir benim cevabım. İnsanın en büyük bilgi kaynağıdır bence tecrübe, aynı zamanda en önemli hazinesi aslında. Kariyer olarak örnekleri çok daha kolay aklımıza gelir bence, 20-25 yaşlarındaki herkesin uğruna hiç olmayan ya da cimri büfeci kaşarı kalınlığındaki(!) maaşları kabullenebildiği bir şeydir tecrübe. Çok küçükken soba denilen nesneyle tanışmamız bazen çok acı verici olabiliyor kimileri için, ama çok ta kalıcı bir tecrübe. Sarhoşluk en büyük tecrübelerdendir bence, insan o an anlayabilir ancak içkinin ne kadar bıçak sırtı bir konu ve uzmanlık olduğunu.
-ebilmek ya da –abilmek güzel Türkçe'min en polyanna ekleri galiba. Umut aşılıyor resmen insana, söyleyene de söylenene de. “Açıklayabilirim” diyor mesela sevgilisiyle yakalanan insan karısına/kocasına! Bundan daha saf umut yüklü bir an olabilir mi? İnsan risk faktörünün ne kadar önemli olduğunu unutuyor bazen galiba. Karşılığında nelerden vazgeçtiğini durup düşünmeden girişilen işler bazen su kovası gibi düşüveriyor insanın kafasına apansızın. Ağacın en güzel elmasına ulaşmak isterken hastanede gözleri açma ihtimali var.
Evet riski iyi hesaplıyoruz diyelim peki imkan konusunu nasıl halledeceğiz? Her an imkan doludur aslında sadece nerede hangi imkanın daha iyi olduğunu seçebilmek lazım ki konu tam da burada arapsaçına dönüyor, çünkü iyi olup olmadığını bilebilmek için tecrübe lazım değil mi? Paradoksa hoş geldiniz!
Sevgilerle…
Biterken Levent Yüksel'den Yas çalıyordu...
Perşembe, Haziran 24, 2010
Gitmeyi severim en az varmayı sevmediğim kadar..
Birinden gitmek, bir şeyden gitmek veya bir yerden gitmek...Ama en acısı hayattan gitmek galiba. Hayattayken giderseniz birinden dönüş ihtimaliniz ne kadar imkansız gibi görünse de vardır aslında ya siz bu ihtimali görmek istemezsiniz ya da zor gelir görmek veya görmemek daha iyi gelir gururunuza! Peki ya hayattan giden birine dönmek, imkansızlıklar şehrine hoş geldiniz!
Sn. Dr. Türkan Saylan'ın hayatını anlatan birden fazla kitap varmış meğer. Biliyorum, benim gibi kitap aşığı için bu büyük bir bilgi ve kültür eksikliği ama bazen şansın da yardım etmesi gerekiyor bir şeyler öğrenebilmeniz için. O gün, başka bir kitap sipariş verirken gördüm "Tek ve Tek Başına" yı önce kapağı dikkatimi çekti sonra da başlığı. Şu an sadece 80 sayfa kaldı bitirmeme, en fazla bir buçuk saat yani...Ama bitiresim yok, o kadar güzel yazılmış o kadar harika bir kitap ki bitirdiğimde, okuduğumda ağladığımdan daha fazla ağlamaktan korkuyorum. Uzun yaşamına çok şey sığdırmış Türkan Hanım, hastalar mücadeleler ve sürekli bir daha iyisini isteme durumu. İlham veriyor açıkçası; kendinizi sorgulamanıza sebep oluyor, acaba ben hakediyor muyum rahat bir uykuyu onun haketmiş olduğu kadar? Size tavsiyem, alıp okumanızdır. Kütüphanenizde dursun, öyle bir zaman gelicek ki onu tekrar okumak istediğinizi anlayacaksınız.
Aklımda bir sürü şey var bu "gitmek" konusunda, bu yazı da bir anlamda girizgah olsun diye yazıldı buraya. Yarın kalktığımda direkt olarak buraya yazmaktansa kağıt üstünde bir kaç müsvedde hazırlayıp akşama ya da ne zaman hazır hissedersem buraya aktarmayı düşünüyorum.
Başlığın ilhamını müthiş İzmit körfezi manzarasına borçluyum.
Sevgiler...
Sn. Dr. Türkan Saylan'ın hayatını anlatan birden fazla kitap varmış meğer. Biliyorum, benim gibi kitap aşığı için bu büyük bir bilgi ve kültür eksikliği ama bazen şansın da yardım etmesi gerekiyor bir şeyler öğrenebilmeniz için. O gün, başka bir kitap sipariş verirken gördüm "Tek ve Tek Başına" yı önce kapağı dikkatimi çekti sonra da başlığı. Şu an sadece 80 sayfa kaldı bitirmeme, en fazla bir buçuk saat yani...Ama bitiresim yok, o kadar güzel yazılmış o kadar harika bir kitap ki bitirdiğimde, okuduğumda ağladığımdan daha fazla ağlamaktan korkuyorum. Uzun yaşamına çok şey sığdırmış Türkan Hanım, hastalar mücadeleler ve sürekli bir daha iyisini isteme durumu. İlham veriyor açıkçası; kendinizi sorgulamanıza sebep oluyor, acaba ben hakediyor muyum rahat bir uykuyu onun haketmiş olduğu kadar? Size tavsiyem, alıp okumanızdır. Kütüphanenizde dursun, öyle bir zaman gelicek ki onu tekrar okumak istediğinizi anlayacaksınız.
Aklımda bir sürü şey var bu "gitmek" konusunda, bu yazı da bir anlamda girizgah olsun diye yazıldı buraya. Yarın kalktığımda direkt olarak buraya yazmaktansa kağıt üstünde bir kaç müsvedde hazırlayıp akşama ya da ne zaman hazır hissedersem buraya aktarmayı düşünüyorum.
Başlığın ilhamını müthiş İzmit körfezi manzarasına borçluyum.
Sevgiler...
Perşembe, Haziran 17, 2010
Hayat varsa, umut vardır.
Bir laf var "Şans, hazırlıklı olana güler." ben Saadettin Saran'ın bir röportajında okumuştum ilk. Hayatta hazırlıklı olmak kaç kere başımıza gelebilir veya nelere hazırlıklı olabiliriz bilemiyorum açıkçası.
Son 3-4 yıldır hazırlıklı olamıyorum bir şeylere, engelleyemedim de diyebilirim aslında. Elimden geleni yaptım mı emin değilim, konsantrasyonumu dağıtan şeyin ne olduğundan da emin olmadığım gibi. En yakın zannettiğim insanı kaybettim duygusal olarak ve en çok sempati duyduğum aile ferdimi kaybettim fiziksel olarak. Bu en son kayba hazırlıklı olduğumu zannediyordum mesela ama değildim, olmadığımı o an anladım daha doğrusu. Duygusal olan kayba ise malesef hazırlıklıydım. İnsan bazı şeyleri hissediyor ister istemez, yaklaşan fırtınadan önce sessizliğin çığlığı acıtıyor insanın kulaklarını. Elini başının üstüne götürüyorsun yağacak yağmurdan korunmak için ama bir bakıyorsun ellerin şeffaflaşıyor, yağan yağmur önce kalbini ıslatmaya başlıyor.
Evet geride bıraktım bunları ama bir yazımda bahsettiğim gibi "beyazlara sarıp saklayacağım" şeyler çoğaldı hayatımda. Bazen zannediyorsun ki güçlüsün, zannediyorsun ki ayaktasın. Ama büyük resmi gördüğün an anlıyorsun ki sen ayakta olduğunu zannederken kot farkını görmemişsin, o kadar batmışsın ki çırpınman bile ters tepiyor.
Seneye bu zamanlar da gülüp geçeceğim bu yazdıklarıma bunu çok net biliyorum. Artık her hangi bir motivasyon noktasına ihtiyacım yok, kendim başlı başına bir motivasyon noktasıyım. Hani derler ya "kimseye eyvallah etmiyorum" diye, aynen öyle olmaya çalışacağım. İnsanlara kendimi anlatmaya çalışmaktan çok sıkıldım.
Aklıma bugün gelen bir sözle kapatmak istiyorum postu: Umut; sırtımızdaki sopayı değil, önümüzdeki sallanan havucu görmemizi sağlar.
Sevgiler.
PS: 4 gün sonra abimin doğumgünü var, ona hayran olarak geçirdiğim 24. seneyi kutlayacağız. Nice senelere inşallah =)
Son 3-4 yıldır hazırlıklı olamıyorum bir şeylere, engelleyemedim de diyebilirim aslında. Elimden geleni yaptım mı emin değilim, konsantrasyonumu dağıtan şeyin ne olduğundan da emin olmadığım gibi. En yakın zannettiğim insanı kaybettim duygusal olarak ve en çok sempati duyduğum aile ferdimi kaybettim fiziksel olarak. Bu en son kayba hazırlıklı olduğumu zannediyordum mesela ama değildim, olmadığımı o an anladım daha doğrusu. Duygusal olan kayba ise malesef hazırlıklıydım. İnsan bazı şeyleri hissediyor ister istemez, yaklaşan fırtınadan önce sessizliğin çığlığı acıtıyor insanın kulaklarını. Elini başının üstüne götürüyorsun yağacak yağmurdan korunmak için ama bir bakıyorsun ellerin şeffaflaşıyor, yağan yağmur önce kalbini ıslatmaya başlıyor.
Evet geride bıraktım bunları ama bir yazımda bahsettiğim gibi "beyazlara sarıp saklayacağım" şeyler çoğaldı hayatımda. Bazen zannediyorsun ki güçlüsün, zannediyorsun ki ayaktasın. Ama büyük resmi gördüğün an anlıyorsun ki sen ayakta olduğunu zannederken kot farkını görmemişsin, o kadar batmışsın ki çırpınman bile ters tepiyor.
Seneye bu zamanlar da gülüp geçeceğim bu yazdıklarıma bunu çok net biliyorum. Artık her hangi bir motivasyon noktasına ihtiyacım yok, kendim başlı başına bir motivasyon noktasıyım. Hani derler ya "kimseye eyvallah etmiyorum" diye, aynen öyle olmaya çalışacağım. İnsanlara kendimi anlatmaya çalışmaktan çok sıkıldım.
Aklıma bugün gelen bir sözle kapatmak istiyorum postu: Umut; sırtımızdaki sopayı değil, önümüzdeki sallanan havucu görmemizi sağlar.
Sevgiler.
PS: 4 gün sonra abimin doğumgünü var, ona hayran olarak geçirdiğim 24. seneyi kutlayacağız. Nice senelere inşallah =)
Pazar, Mayıs 09, 2010
ölmek sevmekten daha kolay
o kadar çok özlediğim şey var ki: annemi, ailemi beyaz peyniri mesela veya evde kahvaltı etmeyi ya da babamın sesiyle uyanmayı bu 5 yıl benden çok şey götürdü ama bana ne getirdi bunu düşünmekten uyuyamıyorum geceleri artık...hayatımda o kadar eksik şey varken hiçbirini tamamlayamıyor olmak yorgunluk hissimin katlanmasına sebep oluyor. dış dünyadan -sakaryadan istanbuldakilerden ve ailemden başka insanlardan- bişeyler duymam bişeyler konuşmam lazım yoksa cidden yakıcam balataları ki bunun da tek yolu burası. şu an maddi imkanım olsaydı burada dakika durmazdım bunu biliyorum ama tek günlük -hatta bir kaç saatlik belki de -makarna workshop'ının 120 lira oldugu bir devirde hayaller bile sayaç görevi görüp para alıcak benden diye korkuyorum artık..
sevebilecekken sevememek ya da sevildiğini bilmek ama bunu fiziksel olarak hissedememek dünyanın en büyük eksikliği gibi geliyor bazen.. içinde bulunduğum durumdan sıyrılıp "hadi gidip salak salak gezinelim" diyebilmek ne büyük lüksmüş arkadaş ya!
dilbilgisi hatalarım olduysa affola zira su an hissetliklerim karşısında bi kaç kurala uymak zerre umrumda değil.
bunu okuyosan eğer ve annen yanındaysa git elini öp ve özür dile ondan çünkü elbet bir hatan olmuştur ona karşı ve elbet anında affedildiğin için farkına varmamışsındır bu salaklığın!
sevgilerle.
sevebilecekken sevememek ya da sevildiğini bilmek ama bunu fiziksel olarak hissedememek dünyanın en büyük eksikliği gibi geliyor bazen.. içinde bulunduğum durumdan sıyrılıp "hadi gidip salak salak gezinelim" diyebilmek ne büyük lüksmüş arkadaş ya!
dilbilgisi hatalarım olduysa affola zira su an hissetliklerim karşısında bi kaç kurala uymak zerre umrumda değil.
bunu okuyosan eğer ve annen yanındaysa git elini öp ve özür dile ondan çünkü elbet bir hatan olmuştur ona karşı ve elbet anında affedildiğin için farkına varmamışsındır bu salaklığın!
sevgilerle.
Pazartesi, Nisan 19, 2010
pardon rica etsem fotoğrafımızı çekebilir misiniz?
Fotoğraf çekmek ya da videoya almak, bir anlamda hayattan kesitler çıkarıp tekrar yaşanabilir hale getirmek. Sonradan bakıp "aa bugün böyleydi!" diyebilmek.
Birbirinden çok farklı dinamikleri var tabiki iki işlemin de birinde sabitsin ve fotoğraf sanatçısının yeteneğine kalıyor biraz da nasıl gözüktüğün, o düğündeki en ibiş çıkan sensin ya belki de tek sorumlusu sen değilsin kim bilir? :P Video ise kısmen daha riskli olmasına rağmen nispeten daha yakışıklı/ güzel çıkabiliyorsun, önceki saniyeyi kurtarmak için 1 saniye daha var önünde bulunmadık nimet resmen!
Hayattan kesitler çıkarmak; yanıp tutuşuyoruz değil mi bunun için? Neden böyle davrandğımız sorusunun cevabı gayet basit aslında, korkuyoruz çünkü; ölümden, hastalıktan ve birçok şeyden.... O an yanımızdaki insanı bir daha görememe ihtimali o anın kaydedilmesi gerektiği düşüncesini tetikliyor bazı zamanlar. Bazen bunun saçma olduğunu düşünüyorum, "saklamak için fazla değer veriyoruz bazı anlara" diyorum kendi kendime ama nereden bilebilirsin ki daha sonra o an için ne hissedeceğini? Yalan gülüşler gerçek gülüşlerin avcısı oluyor, bazen bir bakmışsın o an nefret ettiğin durumla bir süre sonra o anın kaydına bakarken dalga geçiyorsun... Hayat çok garip hem de çok... Ultrason fotoğrafıyla başlayan yolculuk; kişiye ve maddi güce göre devam ediyor. Aslında diğer pek çok yetenek/beceri veya hobide olduğu gibi.
İstanbul'daki vapurlar çekilmekten yoruldu, insanlar ise bırakın yorulmayı her geçen gün daha çok istiyorlar sanki vapurların fotoğraflarını çekmeyi. Bu ve bunun gibi bir çok obje var sanatçıların hoşuna giden ki fotoğraf sanatının resim sanatına teğet geçtiği (başbakanın tabiriyle teğet değil, hepimizin bildiği normal teğetten bahsediyorum!) yerlerden biri de bu aslında. Boğaz fotoğrafları/ resimleri her zaman hoşuma gitmiştir mesela benim. Tabi sadece sanata ve insanın zevkine hitap etmiyor hem video hem de fotoğraf. Artık moda arkadaşlara eşek şakası yapıp, kayda aldıktan sonra internete yaymak veya hayvanlarla çeşitli değişik olaylar yapıp bunları paylaşmak. Fotoğrafını çekiyoruz uygunsuz durumların, veya ünlülerle "çekiniyoruz" mutluysak sorun yok canım, o bizim ünlümüz "çekinmek" en doğal hakkımız! Adli işlerle de alakası var tabi özlellikle videonun, okuduğum okulun doğru düzgün ışıklandırması yok ama her bina tepsinde kamera var geniş açılı kayıt edenlerden. Ne yapıcaksın ışığı canım orada tecavüz olursa kayıt var işte, daha ne istiyorsun!
Daha derli toplu yazmaya çalışıyorum her seferinde ama beynim benim en büyük muhalifim ve bazen pantolonu o giyiyor bana da kölelikten başka görev kalmıyor...
Fotoğraf konusu ilerleyen zamanlarda benim kendi karelerimin altını süsleyecek, çünkü bence bazen fotoğraflar cümlelerle yarışıyor anlatım konusunda...
Birbirinden çok farklı dinamikleri var tabiki iki işlemin de birinde sabitsin ve fotoğraf sanatçısının yeteneğine kalıyor biraz da nasıl gözüktüğün, o düğündeki en ibiş çıkan sensin ya belki de tek sorumlusu sen değilsin kim bilir? :P Video ise kısmen daha riskli olmasına rağmen nispeten daha yakışıklı/ güzel çıkabiliyorsun, önceki saniyeyi kurtarmak için 1 saniye daha var önünde bulunmadık nimet resmen!
Hayattan kesitler çıkarmak; yanıp tutuşuyoruz değil mi bunun için? Neden böyle davrandğımız sorusunun cevabı gayet basit aslında, korkuyoruz çünkü; ölümden, hastalıktan ve birçok şeyden.... O an yanımızdaki insanı bir daha görememe ihtimali o anın kaydedilmesi gerektiği düşüncesini tetikliyor bazı zamanlar. Bazen bunun saçma olduğunu düşünüyorum, "saklamak için fazla değer veriyoruz bazı anlara" diyorum kendi kendime ama nereden bilebilirsin ki daha sonra o an için ne hissedeceğini? Yalan gülüşler gerçek gülüşlerin avcısı oluyor, bazen bir bakmışsın o an nefret ettiğin durumla bir süre sonra o anın kaydına bakarken dalga geçiyorsun... Hayat çok garip hem de çok... Ultrason fotoğrafıyla başlayan yolculuk; kişiye ve maddi güce göre devam ediyor. Aslında diğer pek çok yetenek/beceri veya hobide olduğu gibi.
İstanbul'daki vapurlar çekilmekten yoruldu, insanlar ise bırakın yorulmayı her geçen gün daha çok istiyorlar sanki vapurların fotoğraflarını çekmeyi. Bu ve bunun gibi bir çok obje var sanatçıların hoşuna giden ki fotoğraf sanatının resim sanatına teğet geçtiği (başbakanın tabiriyle teğet değil, hepimizin bildiği normal teğetten bahsediyorum!) yerlerden biri de bu aslında. Boğaz fotoğrafları/ resimleri her zaman hoşuma gitmiştir mesela benim. Tabi sadece sanata ve insanın zevkine hitap etmiyor hem video hem de fotoğraf. Artık moda arkadaşlara eşek şakası yapıp, kayda aldıktan sonra internete yaymak veya hayvanlarla çeşitli değişik olaylar yapıp bunları paylaşmak. Fotoğrafını çekiyoruz uygunsuz durumların, veya ünlülerle "çekiniyoruz" mutluysak sorun yok canım, o bizim ünlümüz "çekinmek" en doğal hakkımız! Adli işlerle de alakası var tabi özlellikle videonun, okuduğum okulun doğru düzgün ışıklandırması yok ama her bina tepsinde kamera var geniş açılı kayıt edenlerden. Ne yapıcaksın ışığı canım orada tecavüz olursa kayıt var işte, daha ne istiyorsun!
Daha derli toplu yazmaya çalışıyorum her seferinde ama beynim benim en büyük muhalifim ve bazen pantolonu o giyiyor bana da kölelikten başka görev kalmıyor...
Fotoğraf konusu ilerleyen zamanlarda benim kendi karelerimin altını süsleyecek, çünkü bence bazen fotoğraflar cümlelerle yarışıyor anlatım konusunda...
Bir camın ardından bakıp başka kimsenin bakamadığı gibi bakabilmek, bu kadar basit aslında fotoğraf!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
